Ölen Geline Mektup



Bir mücadele… Ölümün de yaşamın da galip gelemediği sonsuz bir mücadele bu. Grinin tonlarında. Yeni hayatlar doğuran sürekli. Ve içine, sonsuz kör çukuruna aldığı ölümün. İçinde kutsal ezgilerin serenadı işitilen. Her yeni doğan canlıya; her yaşamı elinden alınan ruha. Sonsuz acılar var burada. Hüzün dolu her anda. İnsan ebediyeti aramakta, çaresiz… O zavallı uğraşlar yitip gitmekte her gün. Her geçen an. Daha da derinleşiyor bu dipsiz kuyu. Ölümün kuyusu. İçine konuluyor kabrimiz. Ve üstü örtülüyor toprakla. Ah, öylesine saf ki… Huzur dolu. Hiçbir şeklin, hiçbir formun olmadığı. Öylesine geniş ki… Ruhlar özünü arıyor, ancak boşuna tüm çabalar. Tırnaklarıyla tutunmaya, kopmaya çalışıyor bu ebedi sürüklenişten. Kırılıyorlar. Kanlar içinde… Acı içinde… Toprakla doluyor ağzı, burnu. Gözleri görmüyor bir şey. Toprak hepsini perdeliyor. Kalkmak istiyor yattığı yerden, kımıldamıyor dizleri. Hayat sıvısı dolmuyor kurumuş damarlarına. İçine işleyen ağır toprak veremiyor o eski takatini ona!...

Ah, zavallım, orada öylece çaresiz uzanıyor. Karanlığın içinde. Hissedemediği ellerini düşlüyor. Yegane aşkını okşadığı ellerini, kollarındayken… Soğuklar şimdi. Bir taştan farksız. Bebeğim, nerede o yumuşak yanakların? Dokunamadığım bembeyaz tenin? Öpemediğim kızıl dudakların? Siyah saçlarını dolayamıyorum boynuma artık! Yücelerin yücesi o kutsal aşkımız yine o kutsal gerçeğe yenik düştü! Hayallerimizin ötesinde bulduk birbirimizi. Burada hiçbir şey o saf hayallerimizdeki gibi değil!

Cennet bizi çağırıyor. Güzel olanlar çürüyor. Burada hiçbir şey güzel değil. Çünkü hiçbir şey çirkin değil! Hüznünde yüzdüğümüz fani dünyaya öylesine dönmek istiyorum ki seninle beraber… Hayır! Ne melekler ne de huriler avutabilir burada beni. Kutsal çanı çalıyor Tanrı’nın. Hiç nota yok. Yalnızca toprak var burada, bize armağan diye sunulan. Oh, bebeğim, cennetim, saklım… Masumum benim… O geceyi tekrar yaşayabilsem seninle… Yanındayken sonsuza uzanan esrimeler geçirdiğim geceye… Ölü ormanın o serin, puslu gecesine. Kurumuş dalların arasından geçerek, taşların üstünden sekerek yol aldığımız ormanın sessiz karanlığına… Öyle arzuluyorum ki dereden geçerken ıslanan beyaz elbisenin eteğinin sürtündüğü o taşları… Dokunabilsem onlara, koklasam onları, yanımda olsalar… Bağrıma bassam da uyusam onları… Senmişçesine… Ve uzandığımız ıslak otları titreten rüzgarı duysam bir kez… Narin bedenini ürperten o rüzgarda üşüsem… Seninle üşüsem…

Bilseydim, ah, bir bilebilseydim ben yanında yokken Tanrı’nın seni yanına alacağını o gece… Gider miydim seni bırakıp ölmüş ağaçların kuru dallarını toplamaya? Ama için rahat olsun bebeğim, rahat uyu ki ateşimizi yaktım. Üşümedin son yolculuğunda… Ve aşkımızın ateşi gibi hiç sönmeyecek alevleri, sana yemin ediyorum! Cehennemin dev kazanlarından da olsa alıp getireceğim alevleri ellerimle, sönmeyecek! Ah, bir tanem, öyle endişeliyim, öyle huzursuzum ki… Üşümenden korkuyorum Tanrı’nın soğuk cennetinde…

Korktuğum bir şey daha var, benim ölen gelinim… Umarım seni üzmez bu yersiz endişem, beni unutmanın düşüncesi. Oh, görebiliyorum sıcacık akan gözyaşlarını… İçinden sessizce kopan ‘hayır’ çığlıklarını… Ama elimi kesip gönderiyorum zarfın içinde sana. Gözyaşlarını sileyim diye, her zaman yaptığım gibi. Ama öpemeyeceğim ne yazık, sıcacık gözlerini. Hayır, bebeğim, sakın, sakın kendine bir zarar vermeye kalkma! Sadece, sadece o kutsal elbisenden küçük bir parça yırt, gönder bana. Onu koklar, ona sarılır uyurum sen diye. Bebeğim, gelinim, biliyor musun, içinde senin olmadığın hiçbir hücresi yok bedenimin? Ve biliyor musun ki, seni hatırlamadığım her anımda öldürüyorum aklımın o isyankar parçasını? Geriye çok azı da kalsa, orada sen olacaksın, güzel, kar beyaz… Karanlık gecelerimin dolunayı…

Ve işte veda vakti geliyor. Burada, bu ölemediğim Tanrı’nın kutsal topraklarında sonsuza dek seni yaşayacağım, gelinim. İşte, yemin ediyorum ki kutsal aşkımız hiç sönmeyecek. Ve bu beyaz gecelerde kıyametimiz kopana dek yanacak, her şey son bulana dek. Hiçliğin içinde kaybolana dek biz. Ah, aşkım, işte ancak ve ancak hiçlik ayırabilir bizi! Ve ben, bu hiçliğin içinde kaybolana dek her hücrem, seninle olacak, seni yaşayacağım.

Elveda

Hayaller ve Günışığı

Aniden karanlıklar içinden koparak uyanıyorum. Yarım uykum yine ‘gerçek’le bölünüyor. Sırılsıklamım. Gözüme her yerden ışık tanecikleri vuruyor. Mükemmel derecede ebediyet uykusuna ihtiyaç duymaya başlıyorum birden. Kulağımı tırmalayan ıslak sesler yerini caddeden vızır vızır geçen arabaların ve dünya mahlukatı insanların anlamsız gürültüsüne bırakıyor. Huzurlu ve şad rüyalarımdan bu ‘yaşam’ dedikleri küfrün içinde buluyorum kendimi. Bu bende şok etkisi yaratıyor. Hemen yattığım yatağın tepesinde, olduğu yerde salakça halkalar çizen pervaneye gözüm takılıyor. Bu ne karmaşa! Yanımdaki komodinin üzerinde duran telefonla tanıdığım-tanımadığım insanları arayarak bağırabilirim, küfürler savurabilirim onlara! Bana ne! Önemsemeyecekler. Tıpkı benim onlara yaptığım gibi. Göz kapaklarımı birleştirip tüm bu karmaşadan kurtulduğumda bir an, karanlığa dalıyorum tekrar. Evet. Dünyada bulunmamdaki tek amacım gece çöktüğünde tekrar kendi gerçeğime dönebilmem. Ne kısır bir döngü ama! Tuhaf. Oyuncak gibi hissediyorum kendimi. Kocaman maket bir kasabadaki uzaktan seçilemeyen, sadece basit bir figüran. Kasabayı tamamlayan. O yoksa ben de yokum. Halbuki aldığım her solukta hücrelerime işleyen oksijen buradan kaçışıma hizmet ediyor. Tam bir kaos! Dışavurumu ise sakin bir sessizlik ve gözlerimin içinden dışarı taşan nefret ateşinin dumanı. İçimdeyse bu ateşi besleyen anlık sinir fırtınaları. Yani yine şu maket kasabanın bir parçası. Durum tam da bundan ibaret. Her şey somut. Soyut dahi somutla doğrudan ilintili. Böyle bir durumda soyut ve onun özgürlüğünden bahsetmek anlamsız.

Olduğu yerde hareket etmeyen insanların bulunduğu sahil boyunca ilerliyorum. Hemen sağımdan köprüye geçiliyor. Soğuk denizde dalgalar taş duvarın başladığı yere vuruyor. Ne uyum ama. Taş ve su! Tan vakti az önce geride kaldı. Ancak güneş yok, hava bulutlu. Soğuk ve rüzgarlı. Tam da şu an yanından geçtiğim, kasketinden dışarı taşmış beline uzanan sarı saçları rüzgarda yüzünü dağlayan, teşhir edermişçesine uçuşan pileli eteğinin bittiği dizlerinin hemen altındaki parlak kahverengi deri botları korkuluklardan deryaya uzanan, bakışlarıyla içimde kelebeklerin çırpınışına sebep olan kadına bakıyorum. Öylesine tamam ki her şeyiyle! Onun sadece ilgisini bile hak edebilmek için muazzam emek harcamak gerektiği hissiyle kabuğuma çekiliyorum. Ve aynı anda içimde korlaşmış ateşini yeniden alevlendiren umutsuzluk… Paltosu hemen hemen eteğinin bittiği kısma kadar uzanıyor. Ciğerlerinden üflediği sigara dumanını zalim rüzgar buraya kadar getiriyor. Keskin ve sert bakışları, mükemmel saçlarını ve açık kırmızı dudaklarını daha da derinliklerine sokuyor aklımın. Bir an diğerlerinin ‘gerçek’ dediği dünyada rüyalarımda bile karşılaşmadığım bu varlığa rastladığıma şaşırıyorum. O da tıpkı diğer insanlar gibi hareketsiz ve beni fark etmiyor. Ancak onda başka bir şey buluyorum. Soğuk hayallerimden çıkmış gibi. Ona bakmamla birlikte tüm düşünceleri içime dalıyor. Daha önce hiç duymamış olsam da sesi, görmemiş olsam da yürümesi, gülmesi, uyuması ve ağlaması birden zihnimde canlanıyor. Bana bakışı… Sevişirken…

Birden şehrin gürültüsü tekrar dolmaya başlıyor kulağıma. Her şey tekrar hareket etmeye başlıyor. Ve o kayboluyor. Sır gibi. Tam da olduğu yerde denizde halkalar oluştuğunu görüyorum. Peşinden atlıyorum hemen ıslağa. Bundan sonrası kopuyor. Bilincim yerine geldiğinde kendimi sırılsıklam ıslanmış buluyorum. Yatağımdayım. Gözlerimi delip geçen ışığa alışınca başımı kaldırıp tepemde salakça dönmekte olan pervaneye bakıyorum. Olduğu yerde halkalar çiziyor...

Bir Yolcunun Son Yağmuru / Yağmurla Gelen


“Sancılı bir rüyadan çıkmışçasına boktan hissediyorum kendimi uyandığımda. Parlak koyu kırmızı perdelerin arasından güneş ışığı sızmaya çalışıyor. Kalın perdelerden pencerenin ancak yarısını görebiliyorum. Ve ince beyaz perdeler de sanki dışarıda sadece beyaz renk varmışçasına başka bir şey göstermiyor bana. Yatağımdan umutsuzca yeni güne bakıyorum. Ve görüyorum dışarıda bulutların biriktiğini. Gözlerimi açmadan. Yalnızca bu kadarını görmek istiyorum. Yağmuru duyuyorum. Arada bir ürkütücü ama yine de bende güven ve huzur uyandırıyor; gök gürüldüyor. Ancak ve ancak ondan medet umabilirim.

Yağmur damlacıkları gecekondunun derme çatma çatısında hoş tınılar bırakıyor. Ve burası diğer tepeleri, ormanı görebilmek için oldukça yüksekte bir yer. Civarda başka bir yapı yok. Evin birkaç adım önü ve yanı başı dimdik aşağıya, dipteki dev kayalıklara uzanıyor. Diğer kısmında geniş alana yayılmış düz ve yemyeşil çayırlar. Tek tük ağaçlar. Daha da geride, nemli ve her daim sisli ormanın başlangıcı sayılabilecek dev meşe, çam ve akasya ağaçları.

Evin önüne çıkmaya karar veriyorum. Yalnızım. Sessiz odamdan ona saygı gösterircesine yine sessizce ayrılıyorum. Yarı aydınlık evin içinde kapıya doğru ilerliyorum sendeleyerek. Yağmurun sesi daha da yakın gelmeye başlıyor. İşte, tam karşısındayım! Kapıyı sonuna kadar açıyorum. O an yağmurun sesi daha da yükseliyor beni selamlarcasına. Ben de onu selamlamak üzere dışarı çıkıyorum. Nem. Oksijen. Soğuk. Sis. Toprak. Bulutlar… Hepsi içime doluyor, derin bir soluk çekiyorum. Karşı durulamaz, dik yüksek yamaçlı ulu tepeye bakıyorum. Onun kasvetli yamaçları karşısında, boğuk hisler içinde, çıplak ayağımla bastığım yumuşak toprağa saplanıyorum adeta. Farkına varıyorum. Ne kadar da umutsuz, ne kadar da anlamsızım onun karşısında. İçimde türlü ölüm hallerine girip çıkıyorum; bir yandan boğulmaya, bir yandan da dingin suyun derinliklerinde kurtulmaya çabalıyorum. O ise karşımda hareketsiz, cansız, uğultulu haliyle duruyor.

Ve işte bu haliyle ona teslim olmaya razıyım! Ona öylesine hayran kalıyorum ki… Başımı kaldırıp gökyüzüne bakıyorum: Yarılıyor! Parça parça oluyor gözümün önünde kırılarak. Korkuyorum. Ama huzurluyum. Bir yıldırım, bir öfke hemen üzerimde patlıyor sanki, uzanıyorum. Yetişemiyorum. Koyu ve açık tüm renkleri barındırıyor. Sarı, gri, mavi, kırmızı… Basık gökyüzü tüm duygularımı sıkıştırıyor ve içimde patlıyorlar. Ona ulaşmak istiyorum. Ama zannettiğim şey olmadığını biliyorum. Ve ona ulaşamayacağım. Kendimi kandırıyorum bile bile. Olmayan aşkıma ulaşmaya çalışıyorum. O bana sahip, ama ben değilim. Hiçbir şeye. Duygularımı bile o kontrol ediyor ve ben paramparça oluyorum. Sadece kullanılan bir aracım. Bu cırtlak renkli soyut düşüncelerden sıyrıldığımda kendimi yine merkezinde buluyorum dünyanın.

İyice ıslanıyorum bedenime vuran yağmur damlaları ile. Tam da yukarı baktığımda hepsi yüzüme çarpıyor bana doğru gelirken. Uçurumun daha da kıyısına ilerliyorum. Aşağı baktığımda boğuk sisin her yeri kapladığını görüyorum. Uzaklarda tek tük yükselmiş dev çam ağaçlarının zirveleri bu puslu bulutu deliyor. Birden kendimi bu yoğun serinliğin içine bırakma isteğiyle doluyor damarlarım. Gözlerimi açar mıyım, bilmiyorum. Durduğum tepenin ne kadar yüksek olduğu geliyor aklıma. Ürperiyorum. Atlamak için daha da çok istek duyuyorum. Aslında ne olduğunu bilmiyorum. Nasıl olacağını da. Derken gözlerim kararıyor. Sersemleşiyorum. Yana, ileri, geri savrulurken sırtıma sert bir darbe alıyorum…

Toprak daha serin kokuyor şimdi. Gözlerimi açtığımda mavi, kırmızı, gri ve sarıyı görüyorum sadece. Ve bana doğru gelen su damlaları. Islak çimenler titretmeye başlıyor bedenimi. Su damlalarının göz kapaklarıma vuruşuyla arınıyorum tüm gördüklerimden. Ve sis biraz daha geliyor üzerime. Güneş hala yok. Uzun zamandır yok. O olmayınca ben de olmuyorum. Ya da özgür kalıyor ruhum. Kulağıma ne olduğunu anlayamadığım bir melodi geliyor. Çok uzaklardan. İçinde günahı barındırıyor. Saflığı. Huzuru. Umut ve umutsuzluğun müthiş diyalektiğini. Hüznü.

Ağlamaya başlıyorum. Göz yaşlarım gözlerimi yakıyor da gidiyor. Olduğum yerde uyumak istiyorum. Ve sonsuza dek uyumak. Beni bu hale getiren şeyle yüzleşmek. Onu yok edemesem de, tam karşısında kendimi yok etmek. Her şeyin onun elinde olmadığını göstermek ona… Yapamam. Tüm bunları bile o yaptırıyor belki de bana. Ona meydan okuduğumu göstermeye çalıştığım yerde aslında onun biraz daha kuklası olacağım. Öyleyim de. Bu zamana kadar ruhum onun fahişesiydi ve o istediğini yapıyordu. Her lanet okuyuşumda umursamıyordu bile. Ben onun yanında ezilecek bir böcekten bile daha dikkate alınmazdım. Ne yapsam onun kontrolüyle oluyor, benden önce haberi oluyordu. Ona karşı bir tek davranışımda özgürüm: ahmaklığımda.

Ben kendimi her aciz hissettiğimde o biraz daha yüceliyor. Buna ihtiyacı var mı bilmiyorum, ama hep yaptı bunu ve onun bu saçmalığını artık görüyorum ve uyandım. Artık ona bir şekilde karşı koymalıydım. O nasıl oluyordu da her şeyin üstünde hüküm sürüyordu. Neydi o? Ona hüküm süren neydi öyleyse? O, kafamda soyut bir halde kaldıkça tüm bu sorulara yanıt bulamayacağımı biliyorum. Öyle isterdim ki şu dağı çepeçevre saran sisin içinde küçük bir molekül olmayı. Hissiz, cansız. Yaşamamayı ve ölmemeyi. Yok olmayı. Hiç var olmadan. Tüm bunlardan uzak. Hiç olsaydım. Bir hiç…

Hala umutsuz değilim aslında. Öldüğüm anda belki gerçekleşir bu dileğim. Tüm bunların olması gerekliydi ve o yere geldiğimde bir hiç olmayı hak etmiş olacağım. Ancak ölene kadar dayanamayacağım. Her an ölmek arzusu öylesine sarıyor ki beni…”

Bekledi, düşündü bir an kendince

Kanaat getirdi an bu andır

Ve yürüdü uçuruma, durdu kıyıda

Arkasından esen rüzgarla bıraktı kendini

Boşluğa, sonsuza yürüdü

Ardına bile bakmadan bu son yolculuğunda…

Korkuların Rehberliğinde


Artık bu düzeni yürütmesi zor. Çok zor. Her yönden sesler geliyor. Kuru gürültü! Lanet olsun, şu satırları yazarken bile gerçekte özgürlüğümü bulamıyorum. Her bir yanına vurulan bir metal yığını gibiyim. Benliğim beni sokmaya çalıştıkları formların hiçbirini kabul etmiyor. Darbelerin arasında dağılıyor. Toparlayamıyorum. Oysaki tek ihtiyacım olan şey düzen. Kendime bir form oluşturmak. Mevcut olanlara uydurmak değil! Ne yazık ki yapabildiğim yegane şey her darbeyle bozulan formumu korumaya çalışmak. Henüz kendi formuma bile sahip değilken... Umutla umutsuzluğun amansız çatışması sürüp giderken... Anlamlı bir form oluşturmaktan bahsetmek anlamsız.

Ezelden beri peşimizi bırakmayan islamiyet, hıristiyanlık, musevilik gibi tanrısal inançlar; hinduizm, budizm ve reenkarnasyon öğretileri, kendi tanrısallığımızı keşfetmemizi öğütleyen zırvalıklar ve tüm bunlara sertçe muhalif eden satanizm, nihilizm, ateizm-materyalizm çöplüğü; öte yandan varoluş sebeplerini sorgulamayı es geçmiş komünizm, sosyalizm, dünyanın içine sürüklendiği anarşizm, globalizm, kapitalizm köleliği ve tüm diğer ütopik zırvalıklar... Ve nedendir ki, bunların derinliklerinden fışkıran gaz ve toza bulanmış yoğun umutsuzluk-çaresizlik bulutu.

Birey mi, toplum mu?
Eşitlik mi, sınıf ayrımı mı?
Zekanın ürünü teknoloji mi, içgüdülerin öncülüğünde ilkel yaşam mı?
Mantık mı, duygular mı?
Tanrısallaşmak mı, hayvanileşmek mi?
Böyle bir dünyaya çocuk getirmek mi, getirmemek mi?
Tek eşlilik mi, çok eşlilik mi?
Kaynağı ne olursa olsun, bireyin bizzat yaşamadığı tarihe inanmak mı, reddetmek mi?
Sonsuzluk mu, hiçlik mi?
Genelleme yapmak mı, ayrı ayrı değerlendirmek mi?
Olanı kabullenmek mi, isyan mı?
Düzen mi, kaos mu?
Aklımıza neyin, nasıl empoze ettiğini bilemediğimiz gerçekçilik mi, kendi düşsel dünyamız mı?
Bilgelik mi, cehalet mi?
İyimserlik mi, karamsarlık mı?
Devinim mi, eylemsizlik mi?
Hayat mı, ölüm mü?

Yoksa, bunların hiçbiri benim gerçekliğime cevap bulamaz mı?

Peki o zaman ne?