Aniden karanlıklar içinden koparak uyanıyorum. Yarım uykum yine ‘gerçek’le bölünüyor. Sırılsıklamım. Gözüme her yerden ışık tanecikleri vuruyor. Mükemmel derecede ebediyet uykusuna ihtiyaç duymaya başlıyorum birden. Kulağımı tırmalayan ıslak sesler yerini caddeden vızır vızır geçen arabaların ve dünya mahlukatı insanların anlamsız gürültüsüne bırakıyor. Huzurlu ve şad rüyalarımdan bu ‘yaşam’ dedikleri küfrün içinde buluyorum kendimi. Bu bende şok etkisi yaratıyor. Hemen yattığım yatağın tepesinde, olduğu yerde salakça halkalar çizen pervaneye gözüm takılıyor. Bu ne karmaşa! Yanımdaki komodinin üzerinde duran telefonla tanıdığım-tanımadığım insanları arayarak bağırabilirim, küfürler savurabilirim onlara! Bana ne! Önemsemeyecekler. Tıpkı benim onlara yaptığım gibi. Göz kapaklarımı birleştirip tüm bu karmaşadan kurtulduğumda bir an, karanlığa dalıyorum tekrar. Evet. Dünyada bulunmamdaki tek amacım gece çöktüğünde tekrar kendi gerçeğime dönebilmem. Ne kısır bir döngü ama! Tuhaf. Oyuncak gibi hissediyorum kendimi. Kocaman maket bir kasabadaki uzaktan seçilemeyen, sadece basit bir figüran. Kasabayı tamamlayan. O yoksa ben de yokum. Halbuki aldığım her solukta hücrelerime işleyen oksijen buradan kaçışıma hizmet ediyor. Tam bir kaos! Dışavurumu ise sakin bir sessizlik ve gözlerimin içinden dışarı taşan nefret ateşinin dumanı. İçimdeyse bu ateşi besleyen anlık sinir fırtınaları. Yani yine şu maket kasabanın bir parçası. Durum tam da bundan ibaret. Her şey somut. Soyut dahi somutla doğrudan ilintili. Böyle bir durumda soyut ve onun özgürlüğünden bahsetmek anlamsız.
Olduğu yerde hareket etmeyen insanların bulunduğu sahil boyunca ilerliyorum. Hemen sağımdan köprüye geçiliyor. Soğuk denizde dalgalar taş duvarın başladığı yere vuruyor. Ne uyum ama. Taş ve su! Tan vakti az önce geride kaldı. Ancak güneş yok, hava bulutlu. Soğuk ve rüzgarlı. Tam da şu an yanından geçtiğim, kasketinden dışarı taşmış beline uzanan sarı saçları rüzgarda yüzünü dağlayan, teşhir edermişçesine uçuşan pileli eteğinin bittiği dizlerinin hemen altındaki parlak kahverengi deri botları korkuluklardan deryaya uzanan, bakışlarıyla içimde kelebeklerin çırpınışına sebep olan kadına bakıyorum. Öylesine tamam ki her şeyiyle! Onun sadece ilgisini bile hak edebilmek için muazzam emek harcamak gerektiği hissiyle kabuğuma çekiliyorum. Ve aynı anda içimde korlaşmış ateşini yeniden alevlendiren umutsuzluk… Paltosu hemen hemen eteğinin bittiği kısma kadar uzanıyor. Ciğerlerinden üflediği sigara dumanını zalim rüzgar buraya kadar getiriyor. Keskin ve sert bakışları, mükemmel saçlarını ve açık kırmızı dudaklarını daha da derinliklerine sokuyor aklımın. Bir an diğerlerinin ‘gerçek’ dediği dünyada rüyalarımda bile karşılaşmadığım bu varlığa rastladığıma şaşırıyorum. O da tıpkı diğer insanlar gibi hareketsiz ve beni fark etmiyor. Ancak onda başka bir şey buluyorum. Soğuk hayallerimden çıkmış gibi. Ona bakmamla birlikte tüm düşünceleri içime dalıyor. Daha önce hiç duymamış olsam da sesi, görmemiş olsam da yürümesi, gülmesi, uyuması ve ağlaması birden zihnimde canlanıyor. Bana bakışı… Sevişirken…
Birden şehrin gürültüsü tekrar dolmaya başlıyor kulağıma. Her şey tekrar hareket etmeye başlıyor. Ve o kayboluyor. Sır gibi. Tam da olduğu yerde denizde halkalar oluştuğunu görüyorum. Peşinden atlıyorum hemen ıslağa. Bundan sonrası kopuyor. Bilincim yerine geldiğinde kendimi sırılsıklam ıslanmış buluyorum. Yatağımdayım. Gözlerimi delip geçen ışığa alışınca başımı kaldırıp tepemde salakça dönmekte olan pervaneye bakıyorum. Olduğu yerde halkalar çiziyor...
İnsan önce çevresine gittikçe yabancılaştığını seziyo. sonra kendisinden farklı olduğunu sezmesiyle çevresine öfke duyuyor. çünkü çevresinde ona göre yolunda gitmeyen bir şeyler var. o bundan emin, evet birşeyler ters? ve bence herşey o tarihsel soruyla başlıyo "Ne yapmalı?" sonra "Nereden başlamalı?"... bu sorulara verilen yanıtlar ile kişi tavrını ortaya koyuyor. okumaya devam edicem, emeğine sağlık...
YanıtlaSil